Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, yeniden yükselişe geçen koronavirüs ölümlerini köşesine taşıdı. Koronavirüsün "Sınıfsal bir virüs" olduğunu söyleyen Özdil virüs kaynaklı ölümlerin yoksulları daha etkilediğine işaret etti.

Özdil, "Resmi olarak 12 bin kişi ölmüşken, gayriresmi olarak 30 binden fazla insanımız hayatını kaybetmişken, toplasan 100 kişiyi bile bilmiyoruz. Medyada sesini duyuramayan, iş işten geçene kadar hastane hizmetine ulaşamayan, evine gönderilen, çaresizliğiyle başbaşa bırakılan, sessiz sedasız toprağa verilen gariban kalabalıklar. Fakir fukara garip gureba edebiyatıyla iktidarda oturanlar, işte bu yüzden, aslında kaç kişinin öldüğünü, kimlerin öldüğünü, hangi şehirlerde öldüğünü saklıyor." dye yazdı.

Yılmaz Özdil'in Sözcü'deki yazısı şöyle:

Bazen sayfalarca gazete okursun, yalancı dolma gibidir.

İçinde bir gram et yoktur.

Ama bazen bir tek soru okursun.

Her şey ete kemiğe bürünür.

Ümmügül, işte öyle bir haberdi.

Henüz yedi yaşındaydı.

Öyle bir soru sormuştu ki, hepimizi yakamızdan tutup, silkelemişti.

2006 yılıydı.

Öğrencileri deprem konusunda bilinçlendirmek için, okullarda sivil savunma konferansları düzenleniyordu, yine böyle bir konferans için Balıkesir Burhaniye'de Cumhuriyet İlköğretim Okulu'na gelmişlerdi.

Sivil savunma uzmanları anlatıyor, öğrenciler bilgileniyordu.

Meslek hayatımın en unutulmaz haberlerinden biri o an'da gerçekleşti.

Ümmügül, büyük bir medeni cesaretle parmağını kaldırdı.

Birinci sınıf öğrencisiydi.

Sordu…

“Deprem olursa, fakirleri de kurtarırlar mı?”

Salonda uzuuun bir sessizlik oldu.

Adeta tavan çökmüştü, en tecrübeli sivil savunma uzmanlarının bile duyguları göçük altında kalmıştı, cevap veremiyorlardı.

Çünkü, sorudaki gerçeklik çok ağırdı.

“Gelir dağılımındaki eşitsizlik, sosyal adaletsizlik, haksızlık” düşüncesi, yedi yaşındaki yavrularımızın yüreğinde bile vardı.

Korona da maalesef böyle.

Sınıfsal bir virüs.

Tıpkı deprem gibi, herkes aynı anda maruz kalıyor ama, yoksulları daha çok öldürüyor.

İşçiler mesela…

Bir taraftan “hayat eve sığar, evde kalın” deniyor, öbür taraftan işçiler çalışmaya zorlanıyor. Netice? Sendikaların saha araştırmasına göre, işçilerin pozitif vaka oranı Türkiye ortalamasının neredeyse dört katı.

Yüzyüze muhatap olan aile hekimlerimiz gayet net şekilde gözlemliyor ki, apartman görevlisi, kurye, garson, temizlikçi gibi alt gelir grubundaki insanlarımızda bu oran daha da yüksek.

Ekran meşhuru profesörlerimizi izliyoruz, şahane tavsiyelerde bulunuyorlar, “bünyenizi güçlü tutun, koenzim, alfa lipoik asit, çinko takviyesi alın, aman D vitaminini ihmal etmeyin” filan diyorlar.

Hangi parayla birader?

Matah öneriymiş gibi “izolasyona dikkat edin” diye tembihliyorlar, halbuki dar gelirli insanlarımız üç dört aile aynı evde kalıyor.

Balık istifi metrobüslerin bir yılda taşıdığı insan sayısı, Çin'in nüfusundan daha fazla, hangi izolasyondan bahsediyoruz?

Testlerde bile ayrıcalık yapılmıyor mu?

Sırtın sağlamsa, sağlık ekibini evine getirip test yaptırabiliyorsun.

Garibansan, hastane kapısında saatlerce kuyrukta dikilmek zorundasın.

Pozitif misin negatif misin, hayatının sonucunu öğrenebilmek için bile günlerce beklemek, dokuz doğurmak zorundasın.

Herkes umutla korona aşısının yolunu gözlüyor ama, paran yoksa, torpilin yoksa, alt tarafı grip aşısını bile bulabiliyor musun?

İşte bu yüzden…

Resmi olarak 12 bin kişi ölmüşken, gayriresmi olarak 30 binden fazla insanımız hayatını kaybetmişken, toplasan 100 kişiyi bile bilmiyoruz!

Şöyle bir hafızanızı yoklayın lütfen.

Koronavirüsten öldüğü için adıyla sanıyla haber yapılan, koronavirüsten öldüğünü gazetede okuduğunuz, televizyonda seyrettiğiniz kaç kişi var?

100'ü geçmez.

Hadi 200 olsun.

Gerisi nerede?

Gerisi, yoksullar.

Medyada sesini duyuramayan, iş işten geçene kadar hastane hizmetine ulaşamayan, evine gönderilen, çaresizliğiyle başbaşa bırakılan, sessiz sedasız toprağa verilen gariban kalabalıklar.

Fakir fukara garip gureba edebiyatıyla iktidarda oturanlar, işte bu yüzden, aslında kaç kişinin öldüğünü, kimlerin öldüğünü, hangi şehirlerde öldüğünü saklıyor… İnsanları insan olarak değil, rakamdan ibaretmiş gibi, soyut kavramlarmış gibi algılamamızı sağlıyorlar.

Çünkü, ölenler isim isim haber yapılırsa, hangi işlerde çalıştıklarını, hangi muhitlerde oturduklarını öğrenirsek, sadece koronavirüs tablosunu öğrenmekle kalmayacağız, aynı zamanda gelir dağılımındaki eşitsizliği, sosyal adaletsizliği kabak gibi görmüş olacağız.

Logosunda “adalet” ve “kalkınma” bulunan partinin, aslında göz göre göre, kimlerin ölümüne gözyumduğunu görmüş olacağız.

Ve, işte bu yüzden…

Her akşam rakamlardan ibaret olan turkuaz tabloyu gördüğümde, Ümmügül'ün sorusu zihnimde çın çın çınlıyor.

“Fakirleri de kurtarırlar mı?”

Financial Times'tan Erdoğan ve Berat Albayrak analizi

Financial Times, kapsamlı bir analiz yazarak Berat Albayrak’ın istifasının ardından yaşananları yayınladı. David Gardner imzalı makalede, Berat Albayrak’ın istifasının bir şok etkisi yarattığı belirtilirken, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı olan Albayrak, düşman ettiği yetkililer ve iş insanları tarafından itiraz edilemeyen biri olarak görülüyordu” yorumu yapıldı.

Albayrak’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan sonra hükümetteki en güçlü isim olduğu belirtilirken istifaya neyin sebep olduğunun bilinmediği aktarıldı.


Garner makalesinde, “Bazıları Naci Ağbal’ın daha geleneksel ve eleştirel yaklaşımının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomiyi tehlikeye atan yanlış yönlendirilmiş politikasını değiştirmeye ikna ettiğini düşünüyor. Sadece Albayrak, Cumhurbaşkanı’nı eleştirilerden ve rakiplerden izole etmedi. Erdoğan bir süredir Ankara’daki neo-Osmanlı sarayında kendisini izole etti ve bilgi akışını isteyerek kesti” ifadesini kullandı.

“ERDOĞAN VE ARKADAŞLARI BİR KİTLE HAREKETİ YARATTI”
Fakat Gardner durumun her zaman böyle olmadığını makalesinde detaylandırdı. Gardner, “Bu durum her zaman böyle değildi. Ekim 2002’de seçimi kazanmadan önce AKP, 22 ay içerisinde 42.000 seçmen ile görüştü. Bunu yaparak Erdoğan ve arkadaşları çok sağlam ve içten bir kitle hareketi yarattı. Fakat sadece 10 yıl içerisinde dalkavuklar bilgi ve fikir akışını kesmeyi başardı” yorumunu yaptı.

Gardner makalesinde, “2003 yılında başbakan olduğunda Türklerin umutları ve hayallerini biliyordu. Fakat 2013’ün ortasına gelindiğinde onun ne yiyip içmekten ve kaç çocuk yapılmasına kadar sözlerine tepkiler büyüdü. Albayrak egemenliği sonrasında geldi. Erdoğan, hükümetinin ilk zamanlarındaki liberal ve laik kesimle bağını kopardı. AKP’nin bütün kurucuları Abdullah Gül, Hüseyin Çelik, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve Yalçın Akdoğan’la bağını kesti. Cumhurbaşkanlığına geçti ve yasama, yürütme, yargıyı eline aldı” ifadesini kullandı.

Gardner makalesini, “Modern zamanların en başarılı siyasi partisinin içi boşaltıldı ve Türkiye’nin ekonomisini yöneten ekibin acilen değişmesi de bunu durduracak gibi görünmüyor” sözleriyle bitirdi.

Bunlar da İlginizi Çekebilir