Resmen 10 Mart’tan bu yana korona ile yatıp kalkıyoruz.
Önceleri çok fazla dert etmemiştik.
Hatta pek çok kişi kendine yağız delikanlı süsü verip “Korona da kimmiş be, bize koramaz” falan gibi sığ esprilerle kahramanlıklar bile yaptı.
Sonra işin ciddiyeti biraz anlaşılmaya başlandı.
11 Mart günü “Maalesef bir vefat haberimiz var” diye açıklama yapan Sağlık Bakanı, sonraki günlerde yüzündeki bütün ifadeyi kaybederek sürekli yeni ölüm “vakaları” açıklamaya başladı.
Tuhaf olan şuydu ki, iktidar işin ciddiyetini bir türlü kavrayamıyordu.
Tabii “umreden dönenler olayı” iktidarı biraz kilitlemişti.
Millet hafiften “Şu umreden dönenleri kontrol etselerdi korona bu kadar hızlı yayılmazdı” diye vızıldanmaya başlayınca iktidarın telaşı da arttı.
Yandaş tetikçiler “Canım umreden gelenlerden çok daha fazlası Paris’ten, New York’tan geldi, sizin derdiniz dinle” gibisinden saçma sapan savlarla hükümeti korumaya kalkıştı.
İşler kızıştıkça da hükümet daha da sıkıştı.
“Amanın” diyordu yandaş yalakalar, “Durum fena. Hükümetin karizması çizilecek, ey cümle sarayseverler, topyekun saldırıya geçiyoruz, kılıçları kuşanın.”
Kuşandılar, bir hamlede gazeteciler tutuklanmaya başladı, davalar, yayın karartmalar falan da ııh olmuyor. Korona bu yöntemlerle durmuyor, öyle bir meret yani.
Neyse milletin bir feraseti vardı, bütün bu saçmalıklara rağmen milyonlarca kişi kendi karantinasını uyguladı.
Eller sık sık yıkandı.
Sokağa çıkmak zorunda kalanlar eldiven ve maske taktılar.
Millet, el sıkışmaymış, sarılıp öpüşmeymiş hepsini bir kenara bıraktığı gibi sosyal mesafe kuralına da olabildiğince uydu.
Bu arada sosyal mesafe lafı da aslında kötü bir laf. Sosyal mesafe deyince toplum içindeki statü de akla geliyor ister istemez. Ne bileyim belki fiziksel mesafe veya koruma mesafesi denmesi de daha iyi.
Hükümet bu sürede ne yaptı?
Aslında bir şey yapmadı.
Maske olayını bile organize edemedi.
Bütün amaç hükümete leke sürdürmemek olunca; sağlık, halkın güvenliği filan da bir kenarda kaldı. Bilim Kurulu’na, Diyanet’ten biri alınınca işler daha iyi olacak sandılar zahir.
Hükümet pek karışmasa da milletin kendince aldığı önlemler bir parça işe yarıyordu.
En azından sokağa çıkmak durumunda olanlar korona musibetine karşı bir parça şerbetlenmişti.
Virüs de muhtemelen “Bana bir süre sonra burada hayat yok, ne yapsam ne etsem de şunlara iyice bir bulaşsam” diye düşünürken, hayal bile edemeyeceği bir şey oldu.
Hükümetin tanrı bakanlarından biri “Buyruğumdur” diye gürledi, “Sayın cumhurbaşkanımdan aldığım talimatla bu gece yarısından itibaren iki günlüğüne sokağa çıkma yasağı uyguluyorum.”
Tabii “sayın cumhurbaşkanım” lafını da araya sokuşturuyor ki, bakarsın iş ters gider, o zaman ne diyecek “Valla billa ben de emir kuluyum”
Kibirden iyice şişince; kafa, gövdenin şişkinliği nedeniyle yerdekileri göremiyor tabii, bizim tanrı bakanın aklına “Yahu gecenin bir vakti sokağa çıkma yasağı ilan edersem, bu millet panik halinde fırınlara, açık bulduğu marketlere hücum eder” demek gelmiyor.
Öyle ya, bağış kampanyası sayesinde öyle destansı bir birlik beraberlik ruhu oluştu ki, millet, hükümet ne derse kutsal buyruk gibi kuzu kuzu uyacak.
Öyle olmadı tabii.
Buzdolabını, ekmek kutusunu açıp da boş gören ne kadar insan varsa soluğu dışarıda aldı.
En kalabalık saatlerde bile görülmemiş bir trafik oluştu caddelerde.
Daha bir saat öncesine kadar birbiriyle iki metre aralıklar bırakan, marketlerin, fırınların, eczanelerin önünde işaretlenmiş yerlerde duran ahalimiz, gitti tekme tokat ekmek kavgası yapan güruh haline geliverdi.
“Eyvah burada tutunamayacağım” diye yeise kapılan koronavirüs ise gözlerine inanamadı muhtemelen önce, sonra da birbirleriyle adeta halay çeker gibi yakınlaşan insanların üzerinde sörf yapmaya başladı.
Kim bilir belki de “dünya boşuna Türkiye’yi kıskanmıyor” diye bile geçirmiştir içinden. “Gittiğim başka ülkelerdeki yönetimler de Türkiye’deki gibi iş bilir, yardımsever, iyilik dolu olsalardı, ne güzel şimdi tüm dünyanın hesabını görmüştüm” demiştir bir de üstüne."