(Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Fazıl Say’ın konserine giderek ne yapmak istemektedir? İki gün önce sanatçıyı müsvedde ilan eden, Mozart dinlemeyi zulüm gören biri Fazıl Say’ın konserine gidip birkaç saat eziyet çekince nasıl bir “özlediğimiz tablo” ortaya çıkmıştır? Anlamıyorum, anladığını iddia edenleri de anlamıyorum.)
Bu hafta izlediğim iki videoyu birbiriyle ilgili ve anlamlı buluyorum. İlk video emekli Amiral Türker Ertürk’ün yaklaşık dört dakikalık “Nasıl akıl toplumu olunur?” isimli videosu. https://youtu.be/kyFmdpTcvU adresinden ulaşabilirsiniz. Akıl toplumu olmanın yolunu anlatan, Hollanda’nın bugünkü durumunun örnek verildiği, Konya kadar yüzölçümüne sahip 17 milyonluk bir ülkenin, nasıl olup da Türkiye’den daha fazla üretebildiğinden bahseden bir video. Videonun sonunda anlıyoruz ki amaç;sorun çözme kabiliyetini arttıracak projeler üretmeyi hedefleyen Beyaz Nokta Gelişim Vakfının tanıtımı.
İzlediğim ikinci video da yaklaşık iki buçuk dakika süren ve Ethem Sancak’ın BMC ihalesini nasıl aldığını kendi ağzından anlattığı konuşması. Bu konuşmaya da https://youtu.be/nCorXzFpOow adresinden ulaşabilirsiniz. Kendi deyimiyle “eski bi sosyaliz ve yeni bi Müslüman”Ethem Sancak’ın anlattıklarına göre, Sakarya’daki tank palet fabrikasını da satın alan BMC’nin satılırkenlideri kendisine sormuş;“Sen o otomotiv fabrikasının altından kalkabilir misin?” “Vallaa ne emrederseniz onu yaparım” diyen Sancak BMC’yi almış, nasılını da videoda izlersiniz. Vatana millete hayırlı olsun.
ÜRETMEK YOK, ORTAK AKIL YOK
Aynı hafta içinde iki video Türkiye’nin hali mealini ortaya koyuyor. Bir yanda Türkiye’nin sorunlarını ortak akılla çözmeye yönelik çabalar, öte yanda Türkiye’yi yöneten tek kişinin aklının, öz varlıklarımızı ulufe dağıtır gibi eşe, dosta, ahbaba adeta hediye etmesi. Üretmek yok, ortak akıl yok, çalışan sistemlerin hangi ahbaba satılacağının hesabı var.
Bilen bilir. Gençlerimizin, hali vakti yerinde vatandaşlarımızın ülkemizden gitmelerine, kendilerine Türkiye dışında yaşam alanları oluşturmalarına üzülür ve bu gibi durumların her zaman karşısında olurum. Tepkim ortadayken, Türkiye’nin halini anlatan bu iki video aklınızda dursun, şimdi anlatacağım üç olaya nasıl tepki vermemiz gerektiği konusunda yardımcı olmanızı rica ediyorum.(Olaylarda yer alan gerçek kişileri koruma adına isimlerini yayınlamayacağım.)
Sosyal medya aracılığıyla bana ulaşan çok oluyor. Salt çay içip sohbet etmek isteyen de var, derdine derman arayan da. Kırmadan, dökmeden herkesin gönlünü yapmaya çalışıyorum, yapamadıklarımdan özür diliyorum. Geçenlerde genç bir üniversiteli kardeşim ziyaretime geldi. Hikayesi şu; okçulukla profesyonel olarak uğraşıyor ve beraberindeki arkadaşlarıyla katıldıkları çeşitli yarışmalarda dereceleri de var. Üniversiteli kardeşim ve arkadaşlarının yakın zamanda katılacakları bir uluslar arası turnuva öncesi, oldukça pahalı ve bulması kolay olmayan yaylardan biri çatlıyor. Bu haliyle yayın yarışmaya katılması mümkün değil. Yenisini alacak para da yok, yayı tamir etmenin olanağı da.
Yapacak bir şey kalmadığını düşünen arkadaşlarına inat üniversiteli kardeşim kendi kendine uğraşarak yayı yarışmaya girecek şekilde tamir ediyor. Yarışmaya gidiliyor, tamir edilen yayla madalya alınıp geri dönülüyor. Hikaye ise bundan sonra başlıyor. Yayı tamir etmeye çalışırken kardeşimizin yaptığı, aslında dünya standardında olabilecek bir kurşun geçirmez levha imali. Cep harçlıkları ve babasının desteğiyle evinin balkonunda imal ettiği levhaları, eş, dost, akraba emniyet mensuplarının desteğiyle poligonlarda denetiyor. Levha müthiş. Hem elde mevcutlarla aynı standartta, hem de elde mevcut markalardan çok daha ince ve şu haliyle bile maliyeti daha düşük.
O İSTİYOR Kİ FORMÜL TÜRKİYE’DE KALSIN
Formülü kendinde saklı kurşun geçirmez levhayı Türkiye’ye kazandırmak için kapı kapı dolaşan kardeşimizin ulaşabildiği en yüksek mevkilerde bile kimse kendisiyle ilgilenmiyor. Hatta aba altından sopa gösterip;“Sen bu işi fazla kurcalama” dendiği sırada, çevre ülkelerden biri imdada yetişiyor. “Formülü bize sat, istediğin parayı verelim.” Üniversiteli kardeşimizin derdi büyük. Sattıktan kısa bir süre sonra aynı ürünü Türkiye katbekat fazlasıyla gidip o ülkeden almak zorunda kalacak. O istiyor ki formül Türkiye’de kalsın. Türkiye istiyor ki genç kardeşimizin ürünü Türkiye’de üretilmesin, Türkiye bu ürünü gitsin o ülkeden alsın. Çünkü Türkiye çok zengin. Öyle zengin ki, kendi ülkesinin öz evlatlarının aklını hiç düşünmeden harcayacak kadar zengin.
Gelelim ikinci olaya. Türkiye’nin çok saygın üniversitelerinden birinin ARGE bölümü yetkilileri, bir konuda görüş almak üzere davet ettiler geçenlerde. Gittim ki ne göreyim. Bahse konu proje, yaklaşık 40 yıl önce Deniz Harp Okulunda fizik dersimize giren öğretmenimizin bir ömür harcadığı projesi. Işık dalgaları üzerine ses dalgalarını bindirmeyi başaran çok kıymetli bilim adamı öğretmenim ve ekibi projeyi satış aşamasına getirmişler. Sualtında dalgıçlar arasında, denizaltılarla helikopterler arasında, su üstü gemilerinde, sınır karakollarında, en ufak bir kesintiye uğramaksızın haberleşmeyi sağlayan bu teknoloji şu anda tüm dünyada ABD dahil hiçbir ülkede yok. Ama Türkiye’de de bu teknolojiyle ilgilenen yok.
Çözüm yine dost ve müttefik bir ülkeden geliyor;“Projeyi bize satın.” Projeyi Türkiye’de pazarlayamayan üniversitemizin kıymetli profesörleri muhtemeldir ki 40 yıllık birikime sahip bu teknolojiyi yine bir başka ülkeye satmak zorunda kalacaklar ve biz de kim bilir kaç kat fazla ödeyerek, öz evlatlarımızın ürettiklerini yurt dışından alacağız. Çünkü Türkiye yine, her zaman olduğu gibi, kendi yapabildiklerini yurt dışından birileri kendilerine sattığında alacak kadar zengin bir ülke.
SEVGİLİ KARDEŞİM VE EŞİ SORUYOR ŞİMDİ BANA
Gelelim son olaya. Bir milimetrekarelik (toplu iğne başı kadar) olağanüstü bir çip üretmeyi başaran sevgili kardeşim ve değerli eşi, Türkiye’de kendilerine yaşam alanı bulamadıklarında, buluşlarına ve ailelerine kucak açan yine bilindik bir dost ve müttefik ülke. CERN’in ABD’deki laboratuvarlarından gelen çalışma davetini kabul eden sevgili kardeşim ve eşi soruyor şimdi bana: “Ülkemizde kimse yüzümüze bakmadı komutanım. Biliyoruz ki siz ülkemizden gidenlere kızıyorsunuz. Burada kalsak bilgimiz, deneyimimiz olandan da geriye gidecek, bilim yapmaktan uzaklaşacaktık. Aklımız, bilimimiz, birikimimiz ülkemizde değer görmüyorsa ve biz gidip başka bir ülkede çalışmak zorunda kalıyorsak kabahat bizde mi?”
Değil güzel kardeşim. Kabahat sizde değil elbet. Kabahat bizde. Kabahat hepimizde. 17 yıldır her yıl giderek artan tek bir aklın iktidarında, her gün daha da fakirleşerek, bilimden, akıldan uzaklaşarak yaşamayı tercih eden bizlerde. Bizim, üreten, icat eden, dünyaya katkı sağlayan insanlara değil, Türkiye’nin öz varlıklarını peşkeş çekecek eşe, dosta, akrabaya ihtiyacımız var. Artık sizlere kızamıyorum. Gittiğiniz yerlerde mutlu olun. Hiç değilse insanlığa yapacağınız katkıyla, ilminizi, kendinizi, aklınızı geliştirin.
Belki bir gün bu hastalıklı durumdan kurtulmaya karar veren halkımız, ortak aklın, bilimin, aydınlık yarınların kararını verirse, edindiğiniz tüm bilgi ve tecrübeyi ülkemize tekrar aktarmak üzere gittiğiniz yerde kalın. Ama şimdilik bizim, geleceğimizi ipotek altına alacak eşe, dosta, milletin a.sına koyanlara, parfümün, kolonyanın orucu bozup bozmayacağına cevap veren kıymetli rektörlerimize ihtiyacımız var. Gittiğiniz yerde ne olur bizi de unutmayın. Siz orada insanlığa katkı sağlarken, bizler burada, içine battığımız pisliğin kokusunu bastıracak ve aynı zamanda da orucu bozmayacak parfümün, kolonyanın icadıyla meşgulüz. Yolunuz ve bahtınız açık olsun.
Ali Türkşen