Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybeden deri işçisi Adil Duman'un eşi Harbinaz Duman yaşadıkları süreci anlattı.
Cumhuriyet Gazetesi'nden İpek Özbey ve Mustafa K. Erdemol'un haberine göre; deri işçisi Adil Duman, Türkiye’de ilk koronavirüs vakasının görülmesinden beş gün sonra bir düğüne gitti... O düğünden bir hafta sonra belirtiler başladı... Sürekli dinlenmek istiyor, çalıştığı deri fabrikasından eve döner dönmez yatağına koşuyordu... Hastaneye kaldırıldı, birkaç ilaç verip eve yolladılar... Sonra sancılı süreç başladı... Eşi Harbinaz Duman yaşadıklarını anlattı.
Harbinaz ve Adil’in aileleri Gaziosmanpaşa mahallesinde, aynı apartmanda oturuyordu.... Harbinaz Tatvan’a tütün ekmeye gittiğinden, kışın sadece bir ay buraya geliyordu... Zaman içinde aileleri onları birbirine uygun gördü, görücü usulü tanışıp evlendiler... Adil üniversite okumuştu... Muhasebe biliyordu, mali müşavir olmak istiyordu.
Bir gün bir köylüsü, “Adil, gel benim yanımda staj yap” dedi... Gönlünde mali müşavirlik var ya, bir yerden başlamak gerek. Seve seve kabul etti işi... Nasılsa kısa zamanda kendini gösterir, “maaşlı eleman” oluverirdi... Çok çalışkandı... Ama hayatın planı, Adil’inkine uymadı... Tam işe başlayacaktı ki babası vefat etti. Ardında yetimler bıraktı... Staj yapamazdı artık... Kendi çocukları da olmuştu... “Hem benim çocuğum var, hem kardeşlerim yetim kaldı. Onların sorumluluğunu üstlenmem, para kazanmam lazım” dedi. Bir dericide iş bulabilmişti. Harbinaz o günleri anlatıyor:
“Biz çok mutlu bir aileydik. 1996 yılında Adil’in hastalığı baş gösterdi. Beyninde tümör çıktı. Tümör hormonları uzatıyordu. Ameliyat masasına yattı. 10 santim aşağıdan, 10 santim yukarıdan kestiler. Her iki tarafa da platin koydular. O platinler sayesinde çenesi düzeldi... Çok ağır günlerdi, bakımı çok zordu. Ama Adil her zaman çok güçlüydü, yeneceğini biliyorduk. Sonunda yendi de.” Yine güzel günler başlayacaktı Duman ailesi için... Beş çocuk, bir torun... Harbinaz: “Adil aileyi bir arada tutardı. Buna çok önem verirdi. Çok iyi baba, iyi bir eş, iyi bir yoldaş, iyi bir arkadaştı. Birlikte el ele verdik, çocuklarımızı okuttuk, üniversiteyi bitirdiler. 7 yıl önce emekli oldu ama çalışmayı bırakmadı. Başka bir deri firmasına geçti, başımıza bu musibet gelene kadar da çalışıyordu. Hep mutlu oldu çalışmaktan.”
Ama Türkiye’de ilk vakanın açıklandığı o 11 Mart günü kâbus gibi çökecekti üzerlerine. Derinden sarsılacaklardı o günlerde. Anlatırken yaş dolan gözlerini de tülbentiyle siliyor: “16 Mart’ta köyden tanıdıklarımızın düğünü vardı. Mardinliydi Adil. Davet edildiğimiz yere gitmek isterdi. İnsan canlısıydı. Memleketini, memleketlisini çok severdi. Kızım Rabia sağlıkçı. Babasını uyardı, gitme, ne olur, dedi. Adil kabul etmedi. ‘Kızım bizim köylümüzdür. Birbirimizle göz göze gelsek utanırım. Sonra arkamızdan para için korktular, gelmiyorlar dedirtmem diye inat etti.”
16 Mart’ta Zeytinburnu’ndaki düğüne gitti... Bir hafta kadar her şey normaldi... Sonrasında hareketleri ağırlaşmaya başladı:
“Yoğun bakım kapısında doktor beni bekliyordu. “Abla gel konuşalım” dedi. Hayır, konuşmayacaktım. Anladım, kara haberi verecekti. Beş dakika önce Adilimi morga götürmüşler...”
“Kızım çok korkuyordu, ama babası cesur bir insandı, hiçbir şeyden korkmazdı. Cesaretin üzerinde yürürdü. Kızına, ‘herhalde kapıcam açık kalınca cereyanda kaldım’ dedi. Kızım ısrarını sürdürdü, ‘Baba bak korona var, ben de sağlıkçıyım, gel seni bir doktora götüreyim’... Adil gitmedi ama gün geçtikçe daha halsiz düşüyor, işten gelir gelmez yatağına uzanıyordu. Salona uğramıyordu bile. ‘Adil hayırdır, bana kolay gelsin demeden, selam vermeden yatak odasına kaçıyorsun, sen böyle yapmazsın’ diyordum, konduramıyor insan hastalığı. ‘Harbinaz grip olmuşum, ağırlaştım, halim yok. Sen yemeği hazırlayana kadar biraz dinleneyim’ diyordu. O gece yemeğe kaldırdım. Ama ikinci gece kaldıramadım, biraz daha uyuyacağım diyordu. Kızı zorla getirdi yatak odasından salona.”
Bir kandil gecesiydi.. Harbinaz sahura kalktığında bir baktı ki Adil ateşler içinde yanıyor: “Apar topar hastaneye kaldırdık” diyor. “Nasıl bir rüzgâr vardı o akşam, anlatamam. Adeta ağlama sesi çıkarıyordu... Kızıma döndüm, ‘Bu akşamın rüzgârı hayra alamet değil. Çok korkuyorum’ dedim. Korona bölümüne gittik, kızı dışarı çıkardılar. ‘Testini uzmana götüreceğiz’ diyerek Adil’i içeri aldılar.
Sonra telefonla Adil’in birkaç gün daha yatacağını söyleyerek bizi eve gönderdiler. Eve geldiğimizde saat 5’ti, telefonum çaldı, arayan Adil’di ‘Harbinaz arabalar geçmiyor. Yol da uzak. İsmail’i (oğlu) uyandır, gelsin beni alsın’ dedi. Üç ilaç vermişler. Hâlâ o gün hastaneden nasıl bıraktılar, bir türlü anlamıyorum. ‘Bir hafta evde tedavi göreceksin’ diye açıklama yapmışlar. Sumak suyu şifadır, dediler, kaynattım. Kivisinden portakalına ne kadar vitamin varsa suyunu sıkıp içirdim... Adil iyileşmiyor, daha da fenalaşıyordu. Bir haftada üç defa hastaneye götürdük. Üçüncüde neyse ki yatışını yaptılar.
Madem ki çok hastaydı, neden hastanede yatırmadınız da eve gönderdiniz, soruyorum, niye?” Harbinaz ilk günlerde hastalananların daha şanssız olduğunu söylüyor: “Çünkü hastalık bilinmiyordu. Ne doğru düzgün ilaç var, doktorlar bile şaşkındı... Herkese ikiüç ilaç verip eve yolluyorlardı. O kötü süreç de maalesef bizi buldu. Ben de test yaptırmak istedim, üç saat süründüm. Sonuçta ben de pozitif çıktım...” Hastalanan sadece Adil değildi, Harbinaz da pozitif çıkmıştı: “Kocam evde bir odada ben başka odada yatıyoruz. İkimiz de pozitif. Bana ‘Komşu nasılsın’ diyor, ben de ona ‘Komşu da olduk ya sonunda’ diyorum. Haber vermiyordum ona pozitif olduğumu, o hasta diye yanına giremediğimizi sanıyordu. Kıyamadım söylemeye. Bir gün ağzından burnundan kan geldi. Çocuklar çok korktu. Ben kendimde değildim, ilaçların etkisiyle yarı baygın yatıyordum. Çok zor günler geçirdik, çok.
Biz yandık, Allah kimseye bu hastalığı vermesin, kim çekiyorsa bir an evvel iyileşsin. Adil üç gün daha hastanede yattı. Aradım, ‘Adil durumun nasıl’ dedim. ‘Çok kötüyüm, kusuyorum. Doktorlar da ne yapacağını şaşırdı, kalmadı yöntemleri, gittikçe zorlanıyorum’ diye cevap verdi. Üç gün sonra bize sormadan, haber dahi vermeden başka hastaneye yolladılar. Çocuklar elbiselerimi buraya getirsin diye arayıp, kendi söyledi. Ben ölü gibiyim, bilincim gidip geliyor... Hastaneyi aradınız mı diye ara ara çocuklara soruyorum. ‘Babanız iyiye gidiyor, kahvaltı ettiriyoruz, oturtuyoruz’ diyorlarmış... Dördüncü gün öğrendim ki, herhalde çok zorlanmış, ağzındaki oksijen maskesini hemşirenin kafasına atmış... Artık zorlanıyor mu, canı mı acıyor bilmiyorum...”
Nihayet Harbinaz’ın tedavisi olumlu sonuç veriyor, evde karantinada kullandığı ilaçlar işe yarıyor ve iyileşiyor. Kendisi evde, eşi hastanede. Telefon geliyor, hastaneden arıyorlar. “Telefona çocuklar baktı, sonra anne hastaneye gidiyoruz, gelmek ister misin, diye sordular. İstemem mi! Ama bir yandan da içimde bir huzursuzluk, sanki içimde fırtınalar kopuyor. O hastaneye gittiğimiz günkü rüzgâr var ya, onun gibi sesler duyuyorum içimde. Tavan üzerime üzerime geliyor. Bana bir şey oluyor.
Çocuklara da belli etmemeye çalışıyorum, zaten yeterince üzgünler. Yoğun bakımın kapısında doktor beni bekliyor, abla gelin konuşalım, diyor. Hayır, diyorum, ‘Hayır konuşmak istemiyorum’. Anlıyorum, kara haber verecek. Kızımı çağırıyor, ‘Sen sağlıkçısın, biz aynı dili konuşuyoruz’ diyor, engel olmaya çalışıyorum, Rabia gitme diyorum. Ne fayda. Beş dakika önce Adilimi morga götürmüşler. Gitti işte, ne diyeyim ki ben şimdi size. Adil gitti...” Harbinaz Duman’ın verdiği bilgiye göre o düğünde 2025 kişide daha koronavirüs bulgularına rastlanmış.!
Eşi hep Adil Duman’ı anlatmak istiyor. Bazen uzaklara bakıyor... “Günümüz neşeyle başlıyordu. Evimiz düğün evi gibiydi. Çocuklarıyla yemek yerken, sohbet ederken, torunuyla oyun oynarken çok mutluydu. Şu an evimiz soğuk, yetim evi gibi olmuşuz. Koronadan ölenlerin cenazelerine biriki kişi ancak katılıyordu. Ama Adil şanslıydı. Akrabaları, dostları arabayla da olsa geldiler, bizi yalnız bırakmadılar. Ondan sonra işyerinde üç kişi daha öldü. Belki ondan bulaştı, bilemiyoruz. Çalışma demiştik, ‘Benim hastalığım kalple ilgili değil, ciğerle ilgili değil, beyinle ilgili’ diyordu. 54 yaşındaydı, gencecik.”
En sevdiği şeyin televizyon izlemek olduğunu anlatırken hıçkırıklara boğuluyor: “Benim televizyonuma dokunmayın, derdi. Şaban filmlerine bayılırdı. O gittiğinden beri televizyonu açmadım. Üç gün önce 40’ıydı. Damadım beni zorla dışarı çıkardı.”
Avcılar’da sahile yakın oturuyorlar... Her yerin kendisine kocasını hatırlattığını söylüyor: “Torunumuzu alır sahile giderdik. 1996’da hastalığı başladığında çok zor günler yaşamıştık, onu atlattık. Tam borcumuz bitti, çocukları okuttuk, meslek sahibi ettik. ‘Artık ikimiz birbirimize yeteriz’ diyordu. Şu hayatta tam rahat edecektik... Olmadı... Benim kocam koronayı da yener, diyordum, yenemedi!